30 Ocak 2013 Çarşamba

Bir Paket Bisküvi...

Bir Paket Bisküvi...







Elime bir paket bisküvi aldım. Özenle açtığım paketten gelen kokuyla bir anda o günlere geri döndüm. Baya zaman geçmiş aradan.
Gözlerinin içi pırıl pırıl, yüzü biraz kirli. Pantolonu karnının üstünde beli bir kemerle sıkıştırılmış belli bir büyük abisinin pantolonu. Ayakları kirden artık çamur rengini almış terliklerinin burnunu yırtmış yarısına kadar çıkmış parmaklar. İki de bir burnunu çekip elindeki ekmeği yemeye çalışıyor. Saçları fırça gibi kim bilir en son ne zaman kesildi ve de yıkandı? Orlon örgü kazağının kolları biraz sökülmüş, biraz kıvrılmış sokakta bir yandan ekmeğini ısırıyor bir yandan da kendi yaşlarında olan arkadaşını yanına çağırıyor. O çocuk da aynı diğeri gibi güneşten yanmış yanakları, saçlarından akan terlerin iziyle, kirli paslı giysileriyle bize doğru bakıyorlar. Yaşları ya yedi, ya sekizdi tam bilemedim. Yaramazlık ve şer bakış her ikisinin de gözlerinden okunuyor.
Uzun yolculuk sonrası mola verdiğimiz bu bir kaç haneli köyde arkadaşlarımızı beklerken bu çocuklarla tanışmak istedim.

Gurbette çocuklarından uzak olmak demek başka çocukları görünce hemen yanına çağırmak demek.

Arabanın radyosundan bu yukarıdaki müziğe benzer bir müzik çalıyordu. Zaten bütün Arap müziklerini birbirine benzetirim.
Arabanın camından seslendim. Daha doğrusu dilleri Arapça olduğu için işaretlerle yakınıma çağırdım. Amacım yanımda bulunan koca bir koli bisküviden bir kaç paket vermek. Elimle buraya gelin işareti yaptım. Önce birbirlerine baktılar sonra elinde ekmek olan çocuk biraz isteksiz, biraz ürkek birkaç adım attı. Yanındaki arkadaşı belki de kardeşiydi bilmiyorum. Sanki durdurmak istedi seslendi arkasından ben yine "heeey" diye bağırıp gel işareti yapınca bu sefer birbirinden destek almış gibi ikisi birden yaklaştı. Zaten yüzlerini gözlerini o zaman yakından görünce fark ettim.
Sanki Türkçe biliyorlarmış gibi gayri ihtiyari "Adın ne senin bakiiim?" dedim.
Şaşkın şaşkın yüzüme baktı. Tabii ben de kendime güldüm. İçimden de düşünüyordum 'haydaaa bu çocuklarla nasıl anlaşacağız şimdi?' diye.
Yüzleri o kadar sevimli ve gözleri o kadar ışıl ışıldı ki hemen birkaç paket bisküvi elime aldım ve uzattım elimi ağzıma bir şey yiyormuşum işareti yaparak verdim. Önce çekingendi ikisi de. Ben ısrarla uzatınca diğer arkadaşının yüzüne baktı ve aldı paketi. Bu arada ekmeğini kaşla göz arasında bitirmişti bile. Elimi bağrıma bastırarak "Betül" dedim. O da hemen kendini tanıttı. "Ahmaaad" dedi. Sonra gülerek başını önüne eğdi. Yabancıyla konuşmaya alışık değildi tabii. Galiba biraz utandı.
Diğeri daha çekingendi adını söylemedi. Aldığı bisküviyi elinde tutuyor ve yüzüme bakıyordu. Aralarında bir şeyler konuştular. Ne dediler anlamadım. Elimi yeniden bağrıma bastırıp "Ben Türküm." dedim. Ahmaaad hemen gülümsedi "Türrrkiyaaaa karrdeeeeşş" dedi. Başımla onayladım. Hemen koliden birkaç paket bisküvi daha verdim. O kadar tereddütsüz aldı ki. Ülkemle gurur duydum. Kirli yanakları, beyaz dişleri, ışıl ışıl gözleriyle bu Arap çocuğunu hiç unutmadım. Bir kaç paket bisküvi sayesinde bu çocuklarıma akran küçücük yedi- sekiz yaşlarındaki çocukla kardeş olmuştuk. Gülümsedim. Hala daha aklıma geldikçe gülümserim. Aradan dokuz-on yıl geçti. Kim bilir nerelerde şimdi. Yol kenarındaki tabelalar hem Arap hem de Latin harfleriyle yazılıydı ama köyün adı neydi unuttum... O fırça saçlı, burnu akan gözlerinin içi gülen çocuk bir paket bisküviyle yeniden hatırlattı bana kendisini... Ve dil bilememenin sıkıntısını... :)


Bu Suriye' li İdlib yakınlarındaki bir köyde yaşayan Arap çocuğunun ardından devam edeyim yazmaya...

Yolumuz Şam'a daha doğrusu trafik tabelalarında, Arap harflerinin altında Latin harfleriyle "Damaskus" yazan başkente doğru ilerlerken ülkenin nasıl bir fakirlik içinde olduğunu daha çok gördüm. Yollarda şeritler bile yoktu hatta asfalt bile yeni dökülmüş gibiydi.
Dışı nakış gibi işlemeli çok eski otobüsler bütün yükünü almış. Tepe bagajına kadar da insanları oturtmuş yolda siyah dumanını savura savura gidiyordu. Biz de iki araba arka arkaya yol alıyoruz.
-Ben çocukken bakardım bu Almanya'dan gelenlerin arabalarına yabancı plakalı üstünde tepe bagajları, güneşten erimesine rağmen tam camın önüne konmuş büyük Nestle çikolatalarının göründüğü, daha ülkemizde yetişmeyen koca koca muzların olduğu arabalara.- Bizim arabamız öyle değildi. Camın önünde kuru ve ıslak mendil kutusu vardı. Ve de harita. 
Bir benzin istasyonunda durmamız gerekti. Burası gerçekten çok eski bir tesisti. Ben hayatımın en eski, en küflü-paslı üzerinde sayaç falan olmayan sadece pompası çalışan ve diesel yazan garip şeyiyle karşılaştım. Arabamız dizel olduğu için yaklaştık bu pompaya gülmeye başladım. 'Allah' ım bu kadar eski bir pompayı kullanıyorlar da parasını, miktarını nasıl hesaplıyorlar' soruları üşüştü kafama. Meğer depo dolduğu zaman kesiyorlarmış yakıt pompalamayı çok da cüz'i bir miktardı şimdi hatırlamıyorum kesin olarak ama mübalağa etmeyeyim de  bizim litre fiyatı kadarına "full" lemiştik depomuzu. Biraz ilerisinde de dinlenme tesisi vardı. 
Arabadan inince hemen bir elinde termos diğer elinde üst üste dizilmiş sapsız fincanlar olan Arap genç yanımıza geldi.  
Zenci değiller burada yaşayan insanlar ama ilk fark ettiğim bembeyaz sağlıklı dişleri 'heralde elmayı kabuğuyla yiyorlar' dedim.
'Al işte biz soyuyoruz, dilimliyoruz çocuklara çatalla birlikte tabağa koyup veriyoruz elmaları, ondan sonra da o diş macunu, bu diş fırçası derken bizim o kadar sağlıklı görünmüyor dişlerimiz' diye düşündüm.
Plakadan anlamış bizimle yarım Türkçe' siyle konuşmaya başladı. "Şöfför uyumasınn!" dedi. "Mırra için" 
O güne kadar hiç mırra içmemiştim. Hevesle istedim ama o ne acılık, hiç alışık olmadığım bir tat. Acı ve ağır olmasına rağmen fikir güzeldi uyku falan kalmamıştı bizde. Dinlenme tesisini de anlatayım. Dışarıya üç beş zannediyorum rengi beyazdı da sonradan hiç temizlenmediği için bu grimsi siyah rengi aldığını fark ettiğim üzerinde kirden tutacak yeri kalmayan, oturma yerlerine konan sırtlıklı, kenarları fırfırlı minderle süslenmeye çalışılan plastik sandalyelerden konmuş. Hemen yanında üzeri naylon örtüyle kapatılmış sanırım sandalyeyle aynı renkte olan masa vardı. Oradaki temiz! liği görünce "Arabamızdaki yiyeceklerimizi çıkaralım" ısrarıma rağmen yanımızdaki arkadaşlarımızın da isteğiyle tepsi köfte yediğimiz bu güzel mekandaki lezzet unutulmazdı. Çay isteğimizi mutlaka kağıt bardağa sallama çay olarak belirttik. Çünkü orada "şayy" yani çay demliğe atılan şekerle pişiriliyor.
İçtiğimiz şekersiz çaylara hayretle bakanları da göz ucuyla yakaladım bu arada. 
Orada da çorba "şurrba" limon "lemonn"... Ortak sofra kültürü çok yani. Bir de humus yapıyorlar ki lezzetini mutlaka tatmak gerek.

O gece Hama da kalıp ertesi gün yolumuza devam etmeye karar verdik. Işıklar pırıl pırıl gösteriyordu sokakları, çarşıları. "Işıltısı çok fazla"dedim.
Hama da sedef kakma işçiliği de çok fazla. (Sanırım Halep' te de fazla ama ben Halep'ten geçerken günlerden Cuma ydı ve her yer kapalıydı ondan göremedim hiçbir yerini.) Sedef işlemeciliğiyle neler neler yapmışlar. Şehir içini bilmeden dolaşıp ara sokaklardan birinde eli yüzü düzgün bir otel bulduk ve orada kaldık. Sabah telefon çaldı geceden tembihleyince "sabah uyandırır mısınız?" diye bir hanımın sesi "sabah khayrrr" dedi. Daha ayılamamış vaziyette bu küçük ama diğerlerine göre nispeten temiz otelin kahvaltı salonuna indik. Bir garson yanımıza yaklaştı avucunun içine sakladığı sigarasının dumanı dikkatimi çekmişti ve çok gülmüştüm. -o sıralarda bizde daha yeni yeni uygulanmaya başlamıştı sigara yasağı ve sanıyorum kapalı mekanda yasak olmamasına rağmen içilmiyordu onu biliyorum.- Garip gelmişti elinde kutu mendillerin incesinden bulunuyordu ve masaya sanki frizbi atar gibi fırlatmıştı önümüze. Kahvaltı sonrası dışarı çıktığımızda şehrin, binaların ne kadar isli olduğunu, duvarlarının kirli olduğunu görünce gece gördüğümüz ışıklı halinin daha güzel olduğunda hemfikirdik arkadaşlarımızla. Şehir içinde bir tur daha attıktan sonra yolumuza devam ettik...
Fakir bir ülke olmasına rağmen mutlu insanların olduğunu görmek, bizden daha değişik yaşantıların olduğunu bilmek, insana çok şey katıyor diye düşünüyorum. 
Bir gün önce "Türrrkiyaaa karrrdeşşş" diyen Ahmaaad' ın güler yüzü bir kere daha geldi gözümün önüne...
Tabii bu hatıram dokuz on yıl önceydi... Şimdi bu insanların mutlu olup olmadıklarını hatta hayatta dahi olup olmadıklarını Allah bilir.
Bir paket bisküvi sen neleri getirdin aklıma benim şimdi yaa?


ŞAM (DAMASKUS)





Yolculuğumuz daha bitmedi e başladım devam edeyim.

En son Hama' dan ayrılmıştık. Yavaş yavaş geze geze yol alırken hep kameraya çektim ama ne yazık ki arabanın kirli camından dışarı çok iyi görünmemiş. Her kasiste  titremiş engelleyememişim. Bir de motor gürültüsü var video paylaşmak yerine en iyisi ben internetten fotoğraf paylaşayım.



Yol bir ülkenin medeniyet göstergesidir denir ya Suriye' nin yolları da ülkenin gelişemediğinin bir göstergesi gibi.
Küçük kerpiç evlerden oluşan köylerin bulunduğu yollardan geçerek Humus' a ulaştık. Hama' ya çok benzeyen tipik bir Arap şehri. Humus' ta ilginç bir şey olmadı.Öğle yemeğimizi yedikten sonra Şam' a varmak için yola koyulduk. 
Şam'a vardığımızda hava kararmak üzereydi yok yol öyle çok uzak değil de biz geze geze mola vere vere gittiğimiz için akşama ancak Şam' da olduk. Şehir girişinde yol ikiye ayrılmış ortada bir trafik polisi trafiği yönlendirmeye çalışıyor. Giysisi baya değişikti. Elinde beyaz eldivenler vardı fakat eldivenin parmak ucu delinmiş ve bileklerine kadar lekeliydi. O kir pas içinde beyaz eldiven şart mıydı bilmiyorum ama ayağındaki beyaz çizmelerle uyum içindeydi. 
O gece güzel bir otelde kalıp ertesi sabah gezmeye başladık bu güzel şehri.
Şam' da trafik kuralı diye bir şey yok. Küçük Japon arabalarının karınca gibi oradan oraya kıvrılmaları, her yerden bir arabanın çıkması çok karışıklık yapmış trafikte. Bazı trafik sigortaları Şam ya da Tahran gibi şehirlere gidilecekse aracı sigortalamıyorlarmış. Bile bile karışık trafiğe gidiyorsunuz diye yani. Neyse o karmaşada şehrin merkezini bulduk. Bizim Kapalı Çarşı' ya benzeyen  2.Abdülhamit zamanında Osmanlı' nın yaptığı Hamidiye çarşısının bulunduğu yer de bu merkezde idi.
Şam, çok değerli ipekleri, atlasları, kılıçları, tatlıları ve dondurmasıyla ünlü bir şehir.  Hamidiye Çarşısı; canlı, hareketli, renkli ve büyülü atmosferiyle Şam'a gelen herkesi kendine çekiyor. Bu çarşıda Şam Kumaşı diye ün salmış el dokuması Dimasko kumaşlarda sergileniyor. Kara yoluyla hac yapıldığı dönemlerde Türk hacılarının en önemli uğrak yerlerinden biriymiş bu çarşı. 
Hamidiye Çarşısı ışıltısıyla, tarihi yapısıyla göz kamaştırıcıydı. Ya da ben parlak ve ışıltılı şeyleri sevdiğim için abartıyor da olabilirim. Ana bir yol var bu yol üzerinde çeşit çeşit nargile süs ve cam eşyaların yanında, giysiden, kumaşa, oyuncaktan ince ince işlenmiş bakır eşyalara kadar satış yapılan her çeşit dükkan mevcut. Kumaş mağazaları en ışıltılı kumaşları vitrinlerinde sergiliyorlar. Bugüne kadar görmediğim giysileri aksesuarları, abiyeleri yani onların deyimiyle "abayaları"  Şam' ın bir çok yerinde satıldığı fiyatın neredeyse yarısına buradan alma imkanı var. 
Bizim Kapalıçarşı' da olduğu gibi sağda ve solda sokaklara ayrılmış bir çarşı sokağın birinden içeri girdik biraz yürüyünce önce kasap dükkanı zannettiğim müthiş bir çiğ et kokusunun -koyundu galiba- hakim olduğu bir dükkandan içeri girdik. Koridor gibi bir geçitten sonra ahşap dar bir merdivenden yukarı çıkınca sedef kakmalarla kaplı, ahşap oymacılığının en ayrıntılısı süslü eşyalarla donatılmış otantik döşenmiş bir lokantaya çıktık. 
En güzel lezzetleri bir arada barındıran bu lokantada iyi bir yemek ikram edildi.  Sadece ana yemek değil bir çok doğu ve güneydoğu mutfağından alışkın olduğumuz salatalar, içli köfteler, humus daha Allah ne verdiyse getirdiler. İlginç olan ise garsonun bu sekiz on çeşit ikramın bulunduğu tabakları birleştirdiği iki koluna omuzlarına kadar dizip birlikte tek bir seferde getirmesiydi akrobasi gibi. Boşları da aynı usulle götürdü. 

Asıl ilgimizi çeken ve güzel olanı ise folklorik kıyafetle bir elinde kılıç diğer elinde kalkana benzer bir metal plaka olan birisinin  Arap müziği eşliğinde dans etmeye başlamasıydı. 


Yemek yediğimiz o mekanda Lübnan' dan bir otobüs dolusu kadın turist Şam' ı gezmeye gelmişler. Ellerinde nargilelerle dans eden bu adamı büyük bir keyifle izliyorlardı.
Ağır makyajlar yapılmış, şaaşaalı pırıl pırıl "abayalar" giyilmiş, takılar hepsi yerli yerinde eller kınalı. Ayakkabılar ise tümüyle yüksek ökçe.  Bu hanımlar şark kültürünün tüm özelliklerini taşıyorlardı.
Yol hali diyerek giydiğim gömlek ve kot pantolon altında spor ayakkabılarımla ne kadarda 
salaş hissetmiştim kendimi. :D :D Benim de var "abayalarım" ama evde diyesim geldi. :D :D




(Kameraya kadınların görüntülerini çekemedim biraz rahatsız oldular.Fotoğrafları kameradan çekmek için biraz uğraştım ama değdi. Hep hazır hep hazır internetten olmaz biraz uğraşmak gerek tabii.)

Oradan çıkışta Bekdaş' ın meşhur dondurmasını tattık. Normal külah üzerine konan büyük bir kütle halindeki dondurmayı bitirmek ne mümkün...



Şam'ın Merkezinde bulunan Hicaz Demiryolu için yapılan İstasyon Binası nı gördükten sonra





Emevi Mescidi' ni ziyaret ettik. 

Burası çok büyük bir Cami.Tavanı ahşap oymacılığı sanatının en gösterişli işlemeleriyle kaplı içinde dört mezhebin aynı anda namaz kıldığını söyledi bir arkadaşımız.



"Müslümanlar için Emevi Camisi' ni önemli kılan nedenlerden biri de cami içinde Hz. Yahya'nın  kabri ve Hz. Hüseyin' in başının bulunmasıdır. Hz. Zekeriya' nın oğlu olan Hz. Yahya Yahudileri hak dine davet ettiğinde onların zulmüne uğrayarak öldürülmüştür. Avlunun diğer bölümünde ise Hz. Hüseyin'in mübarek başı bulunur. Kerbela olayında kafası gövdesinden ayrılarak zalimce öldürülen peygamber torununun başı, o zaman Şam' da halifelik iddiasında bulunan Yezid'e getirilir. Halen yeşil camekanlı küçük bir türbe içinde başı muhafaza edilmektedir."
(Bu bilgi netten alıntı - fotoğraflar da öyle)


Değişik gelen bir yönü de çarşıda alış verişini tamamlamış kadınların cami içindeki sohbetleriydi. Aldıkları kumaşları, eşyaları birbirine gösteriyorlardı. Bizdeki gibi cami kültürü yok onlarda.




Sultan Vahdettin'in mezarının bulunduğu Süleymaniye Külliyesi' ni ziyaret ettik. 
Daha önce duymamıştım. Süleymaniye Külliyesi’ne Suriyelilerin girişi yasakmış
Türkler girebiliyordu restorasyonunu da T.C. Kültür Bakanlığı yapmış. 
Biz çok şatafatlı bir mezar beklerken, oldukça sade bir yapıyla karşılaştık. 
Meğer mezarının sade olması Sultan Vahdettin’ in vasiyeti üzerineymiş.

Daha sonra Peygamber Efendimiz' in kızı Hz. Fatıma ile Hz. Ali' nin kızı olan  
Hz. Zeyneb' in Türbesini ziyaret ettik. 




(Sadece son iki fotoğraf bana ait -kameram en iyisiydi o günlerin ama şimdiki fotoğraflar daha güzel- diğerleri internetten alıntıdır.)

Bu türbe genellikle Şiilerin çok yoğun geldiği farklı bir atmosferin hakim olduğu bi yer. 
İçerinin ihtişamı ve ışıltısı karşısında etkilenmemek mümkün değildi.

Hıçkıra hıçkıra ağlayan ve Kerbela toprağından yapılmış küçük bisküvi gibi taşlara secde edenlerin olduğu kalabalık grupları gördük. 



"Kerbela taşı ya da mühür taşı denilen secde yaparken kullanılan  fırınlanmış
kerbela toprağından namaz secde taşı 
Kerbela toğrağından yoğrulup pişirilmiş, cami motifli ve ayetli namaz taşı,

Namaz ( Secde)  taşı:  Hz Ali'nin oğlu İmam Hüseyin'in şehit edildiği Kerbela toprağından yoğrulup pişirilen bu taşlar namazda secde ederken alnın yere değdiği noktaya konurdu.

Kerbelâ'nın suyu ve toprağı, Hz. Hüseyin ve yakınlarının kanı ile karışmış olduğuna inanıldığından mübarek ve şifalı sayılır. Ayrıca hemen her Şiî, yanında Necef toprağından yapılmış küçük bir secde taşı (türbet veya mühür adı verilir) bulundurur, namazda onun üzerine secde eder ve bunun faziletine inanır."
(Bu bilgi netten Alıntıdır.)

Farklı bir grup ise ağlaya ağlaya mersiyeler okuyordu.

O gece Şam' da kalmadık yola devam ettik Daraa' dan geçtikten hemen sonra Ürdün sınırındaydık. Sınırdaki Tajj Otel Suriye de gördüğüm en lüks otellerden biriydi. Altında freeshop bulunan bu otel çok özenle döşenmiş, çok temiz ve güzeldi.


Suriye girişinde yollarda kasaba ve şehirlerinde çok sayıda Hafız Esad ve Beşar Esad fotoğrafları vardı. Ürdün sınırına geldiğimizde ise bizi Suriye'nin Baba-Oğul fotoğrafı uğurluyor, bir başka Baba-Oğul fotoğrafı karşılıyordu. Ürdün Haşimi Krallığı yazısı altında Kral Hüseyin ve Oğlu Abdullah. :)


Ertesi gün Ürdün  yolları...

Hiç yorum yok: